Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?

Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?(ATSIZ)

Uzak uzak ülkelerden döndüm seferden;

Yaralarım ağır, fakat mestim zaferden(ATSIZ)

Şiir okuyacağım.Dinlemeye geliniz...

Çok da alkış istemem: İncinmesin eliniz!(A.Nihat Asya)

OKU,BEĞEN,PAYLAŞ

DESTEK OL...

Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var

Aldanmaki şair sözü elbette yalandır.(Fuzuli)

Etiketler

17 Mart 2016 Perşembe

TANRI DAĞLARININ IŞIĞI: LALE


TANRI DAĞLARININ IŞIĞI: LALE

Latince adının Tulipa, Farsça adının ise Lâle olduğu ve bitki biliminde zambakgiller(Liliaceae) familyasının Tulipa cinsinden olan, bitkilerin geneline verilen addır. Anavatanı Tanrı Dağları olan bu çiçeğin yolculuğu Türkler ile kesişmektedir.

Türkler olarak Orta Asya bozkırlarından göçüp Anadolu topraklarına geldiğimizde yanımızda laleyi de getirdik. O zamana dek Anadolu topraklarında lale soğanına rastlayamıyoruz. Anadolu’ya ilk laleyi diken hangi Türk idi onu bilemiyoruz; ama hangi duygular içerisinde laleyi diktiğini tahmin edebiliriz. Geldikleri bu coğrafyaya, Ata yurtlarından getirdikleri Tanrı Dağlarının ışığı laleyi dikmelerini Anadolu topraklarını kendilerine vatan yapmaya çalıştıklarının en açık göstergesi desek yanlış olmadığı kanaatindeyiz.

Malazgirt Savaşının yapıldığı alanı görmek için Malazgirt’e Rahva Ovası’na gittiğimde aklıma aniden bir fikir geldi ve bir zamanlar Alp Arslan’ın at koşturduğu yerden hemen bir poşete toprak doldurmaya başladım. Çanakkale’ye döndüğümde; Malazgirt toprağı ile Çanakkale toprağını bir saksıda karıştırdım. Şüphesiz bu kutlu toprakta yetiştirilmeyi hak ettiğini düşündüğüm Türk’ün Çiçeği olan laleyi bu kutlu toprağa diktim.

Laleyi dikerken de Tanrı Dağları’nın ışığı olan lalenin, Anadolu topraklarını her daim aydınlatması temennisiyle yazımı bitiriyorum.
                                                                                 
                                                   Erdal Yıldırım
                                                     Çanakkale

11 Mart 2016 Cuma

Medeniyetin Unutturduğu Çardak Han


Merhaba sevgili tarih dostları bugünkü yazımızın konusunu Çardak Han oluşturuyor. Çardak han, Denizli ilinin Çardak ilçesinin Saray mahallesinde yer alır ve ‘‘Hanbad, Hanabad veya Çardak Han’’ adlarıyla bilir.

Çardak Hanın giriş kapısının üzerindeki iki yanında bulunan aslan heykelleri arasındaki kervansarayın kitabesinde yapının Türkiye Selçuklu Devleti Hükümdarı Sultan I. Alâeddin Keykubad zamanında, Esedüddin Ayaz bin Abdullah Eş- Şihabi tarafından hicri 627(Ramazan), miladi 1230 Temmuz-Ağustos tarihinde inşa ettirildiği anlaşılmaktadır.


Çardak han, Arapça yedi satırlık kitabesinde ‘‘Ribat’’ olarak geçmektedir. Kitabenin günümüz Türkçesinde karşılığı şu şekildedir: 

‘‘Bu Ribatın yapılması, dostumuz ve efendimiz,adil sultan, din ve dünyanın en büyüğü, fetih babası, müminlerin emiri, Keyhüsrev oğlu, Keykubad zamanında emredilmiştir. Şerefli kulların en küçüğü, mevlana, din, devlet ve milletin olgunu Abdullah Şihabi oğlu Ayaz (tarafından) altı yüz yirmi yedi yılı, muazzam Ramazan  ayında’’(yaptırılmıştır). 



Çardak han, iç süslemeleri bakımından da kendisinden söz ettiriyor. Hana girdiğimizde sağ taraftaki duvarlar üzerindeki kabartmaları görür görmez hayran oluyoruz. Kabartmalarda İnsana benzeyen bir boğa başı, balık figürü ve insan başı bulunuyor. Bolluk ve bereketin sembolü olan balık figürünün detayları ise işte bu gerçek sanat dedirtecek güzelliktedir.




Çardak han içerisinde gezerken önümüze bir çukur çıkıyor. Bu da neyin nesi? Diye kendi kendimize soruyoruz ve sonradan öğreniyoruz ki; güzel memleketimin çalışmadan para kazanıp zengin olma hayalleri kuran kendilerine defineci denen tarihi eser fareleri gene iş başında…


Medeniyetin unutturduğu Çardak han bugün bakımsızlıktan yıkılıyor. Ve hiçbir yetkili gereğini yapmıyor. Aslında yıkılanın, değerlerimiz olduğu gerçeğini ne zaman göreceğiz?



      Çardak hanı arkamızda bırakıp uzaklaşırken keşke böyle olmasaymış diye hayıflanmak yerine; Çardak han için restorasyon yapılmalı bunu yetkililere iletmeliyim diye kendime görev addediyorum. Sonra İçimden güçlü bir ses yükseliyor ve diyor ki:
Türkiye’de bana bir tane doğru düzgün yapılmış restorasyon çalışması göstersene

Yazıma burada son verirken iç sesime hak veriyor ve medeni dünyaya! dönüyorum. 











10 Mart 2016 Perşembe

Claes Ralamb'ın Osmanlı Tasvirleri

1657-1658 yıllarında İstanbul'da İsveç elçisi olarak bulunan Claes Ralamb’ın Osmanlı Tasvirleri:

Acemioğlanı

Baltacı

Bayraktar

Berber

Boğdanlı

Cellat

Cüce


Çavuşbaşı

Çeşnicibaşı
Dansöz
Dilsiz Oğlan
ermeni

Gelin
Hazinedar
İstanbullu
Kadıasker
Levent
Mevlevi Dervişi
Paşa
Rumeli Beylerbeyi
Silahtar Ağa
Solak
Şeyh Efendi
Tatar Hanı
Türk Kadını
Ulah
Vezir Tüfekçisi
Yeniçeri
































5 Mart 2016 Cumartesi

Betik Tanıtımı:Hudayinabit


                                                                 1.Baskı - Ekim 2009
            Merhaba sevgili kitap kurtları,bu yazımda sizlere Şair Süleyman Çobanoğlu’nun kaleminden çıkan ve Profil Yayınları tarafından basılan ‘‘Hudayinabit’’ adlı şiir betiğini tanıtmaya çalışacağım.

         Çobanoğlu’nun şiir betiğine adını veren ‘‘Hüdayinabit’’ sözcüğü kendi kendine yetişen anlamına geliyor. Betiği elime aldığımda aklıma ilk şu soru geldi: Acaba Çobanoğlu kendi şiirlerini hüdayinabit olarak tanımlamış mıdır? Betiği okuduğumda bende oluşan kanaat şudur ki! Böylesine güzel şiirler bir hüdayinabit olamaz. Emek ister, yaşanmışlık ister, acı ile büyütülmek ister…

 Çobanoğlu’nun şiirleri yaşanmışlık toprağında emek ile sulanıp; acı ile özenle büyütülmüş bir çiçektir. Yeri gelmişken söyleyeyim: betiğin kapağındaki sarı renkli çiçek her ne kadar hüdayinabitliği sembolize etse de, betiği okuduktan sonra o sarı renkli çiçek kendi kendine yetişen bir dağ çiçeği olmaktan çıkıveriyor  ve bin bir emek verilerek büyütülmüş bir şiir buketine dönüşüyor.

Betik içerisinde en çok sevdiğim şiir betiğin 105. Sayfasında yer alan  ‘‘Tekfurun Kızı’’ adındaki şiir. Belki de en çok o şiirde kendimi bulduğum için seviyorumdur bu şiiri…

Yazımı burada şairin dizeleriyle bitirmek istiyorum. Zira bir ortamda şiir varsa düz yazı susmayı bilmelidir…

Ben seni alamam ah Holafira
Azığım tamtakır binitim nalsız
Bir belde geçerim kalacağım yok
Dostlarım bîvefa düşmanım yalsız

YORUMLARINIZI BEKLİYORUM
İYİ OKUMALAR